Ülkemiz onlarca yıldır bir sistem değişikliğini konuşuyor. Özellikle çok partili hayata geçtiğimiz 70 yıllık demokrasi tarihimizde 65 farklı hükümetin kurulmuş olması, ortalama ömrü 1,5 yıl olan hükümetlerin oluşturduğu istikrarsızlık, sistem değişikliği için başlangıç noktası. Aslında daha öncesine gidersek, ‘1938 Cumhurbaşkanlığı seçimleri’ bile bizim yönetim sistemimizin ne kadar sorunlu olduğunun bir göstergesi. Çok partili hayata geçişten sonraki 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 80 darbesine giden süreçte 15. turda veya tam 5 ay sürerek 115. turda tamamlanabilen Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 367 garabeti gibi acı tecrübelerimiz yeni bir sistem ihtiyacımızı doğrular nitelikte.

Bu değişiklik ihtiyacı acele değil. 1923 tarihine gidelim: Atatürk birkaç milletvekilini çağırarak yeni Teşkilatı Esasiye Kanunu hazırlanacağından bahisle milletvekillerinden bir araştırma yapmalarını istiyor.Bilhassa Diyarbakır milletvekili Ziya Gökalp’in üzerinde durduğu; yürütmenin güçlü olacağı ve demokrasinin tam anlamıyla sağlanabileceği bir sistemin arayışına gidilerek, Amerika’daki başkanlık sistemi beğeniliyor. Fakat dönemin şartlarında yanlış anlaşılabileceği düşüncesiylebu konuda adım atmaktan çekiniliyor.

İsmet İnönü’nün1937 yılında Atatürk’ün “hükümet işlerine karışmamasını” istemesi üzerinde başlayan tartışma üzerine Atatürk tarafından görevden alınması da çift başlı yürütmenin geçmişte dahi bir sorun olduğunu ispatlıyor.

2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefet propaganda yaparken “Erdoğan gelirse başkanlık sistemi gelecek” demiyor muydu? Ama şimdi “nerden çıktı bu” diyorlar. Bu meseleyi özellikle sol kesim hiç tartışmadı. Halkı korkutucu, negatif sloganlarla etkilemeye çalıştılar. Halk getirilmek istenen sistemi öğrenirse hoşuna gider korkusuyla konuyu rasyonel zeminde tartışmaya asla yanaşmadılar.

1961 ve 1982 anayasalarının ruhu, “Seçimi kazanamasak da, yetkiler bizim elimizde olsun. Halkı biz yönetelim anlayışına” hizmet etmiş. Yetkilerin halkın eline geçmesi ve şimdiye kadar diledikleri gibi kullandıkları vesayet yetkisini kaybetmek işlerine gelmiyor. İşte yeni anayasa ile yapmak istenilen şey, egemenliği kayıtsız şartsız millete vermek, aradaki her türlü yerli, yabancı, askerî, ideolojik, bürokratik vs kayıt ve şartı devre dışı bırakmaktır.

Diğer bir amaç Cumhurbaşkanlığının vesayet odağı olmaktan çıkıp bir hizmet ve icraat makamı haline getirilmesidir. Yürütme denince akla gelen icraat, hizmet yatırım, sosyal politikalardır. Ama ülkemizde Cumhurbaşkanlığı makamı en son Sezer örneğinde de gördüğümüz gibi, bir veto makamı olmaktan öteye gidememiştir. Şu an güçlü bir Cumhurbaşkanı ve uyumlu bir hükümet/meclis olduğundan hissetmediğimiz olumsuzlukların mevcut sistemde bir daha yaşanmayacağına hiç kimse garanti veremiyor. Yeni modele hayır diyenler, parlamenter sistemin devamı halinde millete bu güvenceyi nasıl garanti edebileceklerini açıklamalıdır.

Hızlı, etkin, halka hesap veren ve halk karşısında pratik üretmeye çalışan bir sistem bizim olduğu kadar gelecek nesillerin de hakkı. Bu nedenle hem mevcut sistemden çok çeken bizler için, hem çocuklarımız için bu güvencenin şahsa bağlı olmaktan çıkıp, kurumsal bir nitelik kazanması önem taşıyor.“Ya Erdoğan’dan sonrası”, “tek adam” sorularının cevabı da aslında tam burada yatıyor.