Yazımızın dün yayınlanan ilk bölümünde İslam tarihimizden örneklerle dinimizin barışa verdiği öncelik ve değeri vurgulamaya çalışmıştık. Bugün de Osmanlı tarihimizden bir örnekle başlayarak, ecdadın “barış” stratejilerini anlatacak, barış uğrunda verilen iyi niyetli uğraşların “taviz” sayılıp sayılamayacağını ise sizlerin kıymetli yorumlarına bırakacağız.
Bilindiği üzere Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra Katolik, Ortodoks, Ermeni, Yahudi ve Süryani halklarına bir takım dinî ve sosyal haklar tanımıştır. Osmanlı topraklarında bağımsız kiliseler kurulmasına izin vermiş, kiliselerin cami olmayacağına dair güvence dahi vermiştir.
Avni mahlasıyla yazdığı “Galata’nın içtiği katıksız şarabı içen, cennetteki Kevser şarabını bile anmaz olur,/ Orada karşılaştığı kiliseyi gören de bir daha gitmez mescide falan” dizelerinin de olduğu şiiri yine bu dönemde yazmış ve toplum bu şiiri hoşgörüyle karşılamıştır.
O dönemde halk tarafından hoşgörüyle karşılanan bu gelişmeler, Osmanlı Devleti’nde yüz yıllarca yaşanacak bir kardeşlik ve sevgi ikliminin doğmasına vesile olmuştur.
Tarihimizde böyle güzel örnekler varken bizler nasıl oldu da etnik kökeni ya da dini ön plâna çıkartarak “biz” ve “ötekiler” kavramlarını yarattık, ne oldu da aynı havayı soluyup, aynı suyu içtiğimiz kardeşlerimizle aramıza kin ve nefret duvarları ördük?
Bir siyasi parti lideri grup toplantısında masum ve sivil halkı ayrıştırmaksızın “Bize yetki versinler Dersim ‘in aynısını yine yapalım” diyebiliyorsa, bir diğeri kurban eti dağıtırken öldürülen bir evladımıza başsağlığı bile dilemeyip bölgede karışıklık ve kaos yaratmak isteyen siyasî ve/veya illegal kurum ve kuruluşlara “sen suçlusun” diyemiyorsa, bunun vebalini sadece onlar değil, hepimiz birlikte ödeyeceğiz demektir. Çünkü bu topraklara serpilen nefret tohumları her zaman bu milletin birliğine ve bütüne kast etmiştir. Tarihimiz küçük kıvılcımların nasıl büyük yangınlara dönüştüğünü anlatan örneklerle doludur. Bize düşense tarihten ders almaktır.
Siyasi hayatında barış uğruna büyük riskleri göze alarak elini taşın altına koyanlar bu mücadelelerinde yalnızsa, siyasi hayatlarını ayrımcılıktan ve terörden nemalanarak sürdürebilenler değil de onlar eleştiriliyorsa bu gidişata dur demenin vakti gelmiş demektir.
Karakoç’un deyişiyle, “Ülke istilasından önce zihinler ve ruhlar istila edilir. Bu istila yüzünden maddi istilalar gereğince idrak edilemez.”
Yıllardır damarlarımıza zerk edilen Türk-Kürt düşmanlığı da aynen bu doğrultuda zihinlerimizi istila etmiştir. 30 senedir bu sorunun çözülemeyişinin yegane sebebi de içimizdeki bu zehirdir. Bir kaç sene öncesine kadar Kürt olduğunu dahi gizlemek zorunda olan kardeşlerimizle, bir dönem Hz. Vahşî ‘ye yaptıkları gibi 30 senedir dahili ve harici güçlerin kendilerini kullanarak üzerimize saldığı bu dönemin esirleriyle artık bu zehri kusalım, akan kanları durduralım diyerek yeni bir sürece adım attık. Hatta ne acı ki her Kürt terörist değildir, her terörist de Kürt değildir” bilgisini kabul edişimiz bile yıllarımıza maloldu. Bir fikir istilası yüzünden, terörle savaşacağımız yerde kardeşlerimizle savaştığımızı çok geç fark ettik.
Barzani’yle başlayan, Habur’la devam eden, Dolmabahçe’yle biten kısır tartışmalar yüzünden bir arpa boyu yol alamadık. Salt silâhlı çözümle oyalanırken dünya üzerinde terörü “konuşmadan” “görüşmeden” bitiren tek bir devlet var mı diye sorgulamadık. Terörün kökenini nasıl kuruturuz diye düşünmedik. Öyle ya, 30 senedir bu vatan uğruna verecek gencimiz, canımız çoktu. Biz ölmüyorduk nasılsa.
Yine bir siyasi parti grup başkanının “Sayın Barzani terörü bitirme konusunda bize yardım edebilecek tek kişidir. Terör silahla bitmez. Konuşarak biter” dediğini unuttuk. Başkalarının Barzani’yi muhatap almasına öfkelendik.
Kürt halkının DTP kapatıldığında Diyarbakır’a giden DTP’lilere göstermediği ilgi ve coşkuyu neden Habur’da gösterdiğini sorgulamadık. Oysa ki Habur’da Kürt halkı, “Oğlum teröre maşa olsan asker seni öldürecek. Olmasan teröristler seni infaz edecek. En iyisi git buralardan. Sen yaşa da tek derdim gurbet olsun” diye ağlayan anaların demokrasiye, barışa olan özlemlerini en yalın haliyle dışa vurmuştu. Habur, barışa ve özgürlüğe duyulan hasretin simgesiydi.
Bizler “Habur”u, adı çözüm, demokratikleşme ya da her ne olursa olsun, “barışı ve kardeşliği” kendimize bile anlatamadık. Barışı ve kardeşliği hazmedemeyenleri, hele de barış için tek bir alternatif ileri sürmekten dahi aciz olanların elinden bu girişimlerimizi propaganda aracı olmaktan kurtaramadığımız sürece barış ve demokrasiye uzak kalmaya mahkumuz.
Hemen şimdi ve uzun vadede bize düşen tek şey var: Habur’u mahkum edenleri mahkum etmek. İnsanlık, barış ve yitirdiğimiz canların vebalini ödemek adına.
Aziz vatanımız uğruna can veren şehitlerimizi bu vesileyle rahmetle anıyorum. Allah onlardan razı olsun.Bu kanı durdurmaksa boynumuzun borcu olsun.