Peygamberimizin davranışlarını örnek alarak O’nun yaptıklarını yapmaya çalışmak, yapmaktan kaçındıklarından ise sakınmak, bir müminin en başta gelen vazifesidir. Sünnet-i Seniyye olarak adlandırılan bu davranışlar, “en makbul, en doğru ve en kolay” itaat yolları olarak nitelendirilmiştir.

Hz. Peygamberimiz sadece Allah’a ibadet şekliyle değil, yaşamış olduğu dönemdeki siyasi, idari, hukuki, ve ahlaki davranışlarıyla da Müslümanların örnek alması gereken bir şahsiyettir. Onun siyasi ya da hukuki bir meselede almış olduğu kararlardan pratik sonuçlar çıkararak bunları kendi ilişkilerimizde hayata geçirmemiz tavsiye edilmiştir.

Allah’ın en sevgili kulu olduğunu ve karşısındakileri tek nefesiyle darmadağın edebilecek mucizevi vasıflara sahip olduğunu bilmesine rağmen, siyasi ve diplomatik ilişkilerinde önce barış ve sulh taraftarı olması, O’nun örnek almamız gereken davranışlarındandır.

Müslümanlarla Kureyşliler arasında imzalanan ve hemen hemen bütün şartları Peygamberimiz ve sahabesinin aleyhine göründüğü için ilk başta Müslümanların çok büyük tepki gösterdiği Hudeybiye Anlaşması bu mânâda günümüzde de pratik sonuçlar çıkarmamız gereken bir hadisedir. Başlangıçta hükmeti kavranamayan bu anlaşma, görünüşte Müslümanların diplomatik alanda yenildiği düşüncesini doğurmuşsa da, nihayetinde Kuran-ı Kerim’in teyit ettiği büyük bir zafere vesile olmuştur. Üstelik tek damla kan dökülmeden…

Bu anlaşmanın ve Rıdvan Biatı’nın hikayesini dileyenler kendileri araştırıp yorumlayabilirler. Ancak şu noktalara değinmek gerekiyor ki; Müslümanlarla Kureyşliler arasındaki anlaşmazlığın diplomatik yollardan çözümü için, Hz. Peygamberimizin 6 senedir gerçekleştirmesine izin verilmeyen Hac ibadetinden o sene de vazgeçmesi, anlaşmanın yazımı esnasında “Muhammed Resulullah” ve “Besmele-i Şerifi” lafzını kullanmaktan dahi vazgeçmesi, Kureyşlilerin esirlerinin iadesini kabul edip Müslüman esirlerin kendilerine iade edilmemesi şartına boyun eğişi, “Vessulhu hayrun” (Barış en hayırlı iştir) diyen dinimizin ve Peygamberimizin barış konusunda ne kadar ciddi olduğunun göstergesidir. Yoksa bu anlaşma Allah Rasulü’nün Kureyşlileri yenecek gücü olmadığı için imzalanmamıştır.

Buharî’den nakledilen “Halkın arasını düzelten ve bunun için iyilik kastıyla söz taşıyan ve yine iyilik kastıyla yalan söyleyen yalancı değildir” hadisi de dinimizin ‘halkın ‘halkın barış ve iyiliği için yalan söylenmesine’ izin verdiğini anlatmaktadır.

Özgürlüğüne kavuşabilmek için Peygamberimizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi olan Hz. Hamza’yı şehit eden, bu yetmezmiş gibi ciğerini söken Hz. Yahşi’nin hikâyesi de insanlık için başka bir ibret vesikasıdır. Hz. Peygamberimiz o gün orada “ben de yetmiş kişiye misliyle karşılık vermeye müsaade edeceğim” diye yemin etmişse de, hemen akabinde inen ayetler bu yemini yasaklar. Peygamberimiz, bu olaydan sonra inen "Allah’ın yolunda öldürülenleri ölü sanmayın" ayetine uyarak intikam almaktan vazgeçmiştir. İçi yana yana onu affedişinin sebebini açıklarken, ‘Rüyamda Hz. Hamza ile Yahşi’yi kol kola gördüm” diyen Peygamberimiz, sabrının mükafatını daha sonra Yahşi’nin Müslüman olduğunu görerek ve buna vesile olarak almıştır.

Allah’ın arslanını, Hz. Hamza gibi bir insanı adı gibi vahşice şehit eden kandırılmış bir köleye, sırf insan olduğu için verilen değeri bizler “günümüzün Yahşi”lerine ne kadar verebiliriz? Ya da vermeli miyiz?

Bu sorumuzun cevabını da inşallah yarın vermeye çalışacağız.