Biz Müslümanlar olarak Kur'ân'ı Kerimin tamamına, her âyetine, her harfine inanmak, iman etmek, Kur'ân-ı Kerim'in içinde bulunan Hz. Allah'ın c.c. emirlerini yerine getirmek, nehiylerinden de kaçınmakla mükellefiz.
Sünnete uymak, sünneti yaşamak Kur'ân'da olan ahkâmı İlâhiyeyi ihmal etmek, ondan uzaklaşmak mânasına gelmez. Aksine sünnet, Kur'ân'da olanları hayatımıza tatbik edebilmemiz için lazımdır. Kur'ân'da açıklanan Hz. Allah'ın c.c. emirlerini yaşarken, orada bulamadığımızı Rasûlüllâh'ın sünnetinde arayacak ve ona göre vazifelerimizi ifa etmeye çalışacağız.
Daha önce, bu hususla alâkalı yazmış olduğum yazımda, yüce kitabımızda günde beş vakit kılmakla mükellef olduğumuz namazın Kur'ân'da ne şekilde kılınacağının açıklanmadığına göre, nasıl olacağını sormuş; "O halde ne yapacağız?" Demiştim.
"Bu mesele Kur'an'da var mı?" safsata ve saplantısından kurtulursak cevabı çok kolay! Efendimizin sünnetine bakacağız, ve göreceğiz ki, Rasûlüllâh s.a.v çok kısa bir ifadeyle namazı tarif etmiş ve:
"Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, öyle namaz kılınız!" buyurarak bizim nasıl namaz kılmamız gerektiğini açıklamıştır.
Namaz gibi mükellef olduğumuz bütün vazifelerimizin, kısaca İslâmın hayatımızda tatbikinde Hz. Kur'âna uymak ne kadar üzerimize borç ise, Rasûlüllâh'a uymak, O'nun ve ashabının yaşadığı İslamı yaşamaya çalışmakta üzerimize borçtur.
Peygamber efendimizin sünneti tamamen vahye müstenittir, vahye dayanmaktadır. Zi ra Yüce Rabbimiz, Necim suresinde:
"O (Hz. Muhammed Mustafa s.a.v.) hevâdan konuşmaz! O'nun konuştukları ancak kendisine vahyolunan bir vahiydir." Buyurmuş, O'nun sözlerinin, hadislerinin tamamen kendi emirlerine mutabık, sünnetlerinin, farzlara muvafık olduğunu ifade etmiştir.
Ayrıca, ilmî tesbitlere göre, Rasûlüllâh'a gelen vahiy iki türlüdür: "Vahy-i metlüvv, vahy-i ğayri metlüvv" yani tilavet olunan, okunan vahiy, tilavet olunmayan, okunmayan vahiy. Vahy-i metlüvv Kur'ân'ı Kerimdir. Vahy-i ğayri metlüvv ise, Hadisi Kudsî ve Hadisi Şeriflerdir.
Birileri çıkıp ta yok böyle bir şey diyorsa, ona da bizim söyleyecek bir sözümüz yok. Biz bütün yazılarımızda on dört asırdır, İslamî sahada gelişen, Kur'ân ve Sünnet eksenli, Ulum-i İslamiye'den, İslamî ilimlerden bahsediyoruz. Bu ilimleri kabul etmeyenlere ise diyeceğimiz hiçbir şey, onlarla tartışılacak bir meselemiz olmaz. Bizim temennimiz, böyle düşünen kimseler İnşâallah zarar edenlerden olmazlar.
Peygamber efendimiz Hz. Muâz b. Cebel'i r.a. Yemen'e vali olarak gönderirken:
"Ya Muâz! Sana bir dâva getirilip arz edildiği zaman, nasıl ve neye göre hüküm verirsin?" Diye sordu. Hz. Muâz r.a.:
"Ya Rasûlellâh! Bana herhangi bir dava getirilirse, Hz. Allah'ın c.c. Kitabında ki hükümlere göre hükmederim." Dedi. Peygamber efendimiz:
"Ya Muâz! sana gelen dava ile alakalı Hz. Allah'ın kitabında bir hüküm bulamazsan ne yaparsın?" diye sordu. Hz. Muaz:
"Rasûlüllâh'ın s.a.v. o hususta ki hükümlerine, sünnetine göre hükmederim." Dedi. Peygamber efendimiz:
"Ya Muâz! Eğer (sana getirilen dava hakkında) Rasûlüllâh'ın hükümlerinde, sünnetinde de dayanacak bir hüküm bulamazsan ne yaparsın?" diye sorunca, Hz. Muâz r.a.:
" Ya Rasûlellâh s.a.v. o zaman ben de hiç tereddüt etmeden kendi görüşüme göre ictihâd eder, ona göre hüküm veririm." Dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz Hz. Muâz'ın r.a. bu cevabından çok memnun ve mesrur oldu. Bunu hissettirmek için de elini Hz. Muâz'ın r.a. göğsüne koyarak:
"Rasûlüllâh'ın elçisi ni, Rasûlüllâh'ın hoşnut olacağı şeye muvaffak kılan Hz. Allah'a c.c. hamd olsun!" buyurdu.
Sahih Hadis kitaplarında ve sağlam siyer kaynaklarında yer alan bu hadiseye göre, Hz. Muâz'ın r.a. kendinden emin bir şekilde aradığı bir meseleyi Kur'an'da ve sünnet-i nebevî'de bulamadığı zaman kendi görüşüne göre ictihad edeceğini söylemesi üzerine, efendimizin, sevinmesi ve O'nun sözünü tasdik ve takrir sadedinde eliyle Hz. Muâz'ın göğsünü sıvazlaması, bu ifadeden sonra Hz. Allah'a hamd ederek âdeta Hz. Muâz'ın Yemen'de muvaffak olacağını müjdelemesi, hayatımızda yalnız sünnetin değil, ictihadın da İslam Dininin hüküm kaynaklarından olduğunun ifadesi olmuştur.