15 Temmuz'un üzerinden geçen 3 aylık zaman zarfında konuşulanlara kulak verdiğimde, sanki hâlâ o geceden çıkarmamız gereken dersi alamamışız gibi bir izlenime kapılıyorum. Zaman devletimizi ve milletimizi hedef alan bu saldırıya ve onun faillerine karşı mücadele verme zamanı. Ne yazık ki ülkemizde partilerin birbirlerini rakip değil, düşman olarak görmesi geleneği halen devam ediyor ve neticede darbenin kendisi değil, düşman olarak görülen kişi/kurumlar hedef alınıyor.
Bir meselenin analizi ve sonuçlarının çözümü için neden sonuç ilişkisi kurmak elbette faydalı bir yöntem. Ancak FETÖ/PDY (Paralel Devlet Yapılanması)'nın bu terör/darbe girişimi göstermiştir ki; o saldırı milletin topyekûnünü hedef aldı ve bu sorun siyasî görüş, din, etnik renkler fark etmeksizin hepimizin ortak sorunu. Dolayısıyla "ne istedilerse verdiler" deyip bir kenara çekilmek, sorumluluğu üzerimizden atmaya yetmiyor. Şapkasını önüne koyup düşünen herkes aslında kendilerinin de onlara ne istedilerse vermedilerse bile, ne yaptılarsa sustuklarını, düşmanımın düşmanı benim dostumdur anlayışıyla dolaylı yoldan destek çıktıklarını kabullenmelidir.
Sol tandanslı askerî ve yargısal tahakkümden muzdarip olan Türkiye demokrasisi bugünlere kendiliğinden gelmedi. Adalet Bakanı Mehmet Moğultay'la tavan yapan kadrolaşmalar, namaz kılan askerlerin ordudan ihracı, başörtülülere öğrenim yasağı gibi bir çok haksızlıkla karşılaşan mütedeyyin kesim için insanca yaşama, çalışma, eğitim-öğretim gibi en doğal hürriyetlerin önündeki engeller "cemaat" sayesinde kalkıyordu. Sanık ifadelerinde de geçen "Bizleri fakir işçinin, dindar babanın evladı da asker-hakim olabilir diyerek cezbettiler" şeklindeki beyanları aslında bu ülkenin onlarca yıldır yaşadığı utanç değil miydi? Demokrasi ve insan haklarının tam anlamıyla uygulanmaması yüzünden onlarca yıldır denize düşüp yılana sarılmak zorunda kalanların hesabını sadece belli bir kesime yüklemek ne akla ne vicdana sığmaz.
Kendisiyle meşru şartlar altında rekabet edilemediği için varlığına bütün gayrımeşru araçlarla saldırılan Ak Parti'nin o dönem cemaatten destek umması, carî rejimin iğrenç tacizlerine karşı kendini koruma refleksi geliştirmekten başka ne olabilir? Bugün meydanlarda kuvvetler ayrılığı için imza toplayanlar aynı duyarlılığı bu tacizler yapılırken gösterememekle bir zamanlar FETÖ/PDY terör örgütünün değirmenine su taşıdıklarının farkında mıdır?
Özellikle 17/25 Aralık'tan sonra Gülen Cemaatinin maskesi düşerken Erdoğan'ın 2014 yılında Başbakan sıfatıyla TBMM'de yaptığı konuşmada Gülen 'cemaat'ini kastederek "Selçuklu Devleti'nde Haşhaşiler denilen gözü dönmüş bir gizli örgütün, devlet bünyesini nasıl esir almaya çalıştığını tarihte de gördük" ifadelerini kullanmasından sonra neler olmuştu hatırlıyor muyuz? Bu benzetmeye -Haşhaşilerin İsmailîlik ve dolayısıyla Alevilikle bağlantıları üzerinden eleştirildiği yorumları tenzih ederek- Gülen cemaatinin devlet içerisinde kadrolaşmak ve devlet adamlarına suikastler düzenlemekle eleştirilmesine siyaset, iş ve medya dünyasından verilen birkaç tepki şu şekildeydi:
Tufan Türenç (Hürriyet): "Erdoğan isim vermiyor ama cemaati 'Devleti ele geçirmek isteyen gözü dönmüş bir örgüt olarak tanımlıyor.
Yusuf Halaçoğlu (MHP): "Başbakan'a kim Haşhaşileri örnek olarak vermişse sanıyorum ki büyük bir yanılgıya düşürmüşler; çünkü Haşhaşilerin ülke gündeminde yer alan bir cemaatle ilgisini kurabilmek son derece zordur."
Aslı Aydıntaşbaş (Cumhuriyet): "Hayda... Tövbe tövbe".
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Memduh Boydak: "Türkiye'ye mal olmuş ve dünya çapında anlam taşıyan hizmet ve insanların bu nevi benzetmelerle rencide edilmesi ne acı."
CHP Bağcılar Belediye Başkan Adayı Muhammed Çakmak: "Hizmet hareketi, bu milletin bağrından çıkmıştır. Bu ülkeyi yöneten insanlar, bu ülkeye hayatlarını ve enerjisini sarf eden bir kadroya haşhaşî benzetmesini nasıl yapar?"
Bilhassa Gülen'in kumpaslarından bizar olan partilerden beklenen, kendilerine bu ahlaksızlık ve hukuksuzlukları yapanların karşısında durmalarıydı. Ne var ki o zamanlar sırf Ak Parti yara alsın diye, basına düşen her tapeyi sevinçle karşılayan, her geçen gün Gülen'in arkasında hızlanan bir muhalefete şahit oluyorduk. Kandırılmış bir iktidardan daha da kötüsü, maskesi düştükten sonra bile bile Gülen'le işbirliği içerisine girecek kadar çapsız bir muhalefetti.
Erbakan Hükümeti'nin düşürülmesi için ihtiyaç duyulan her türlü kamuoyu desteğini veren Gülen'in, "Beceremediniz artık bırakın" diye seslendiği Refah Partililer bu manşeti çok çabuk unuttular. "Siz Fethullah Hoca'nın silahlı terör örgütünün lideri olduğuna inanıyor musunuz" diye soran Kamalak, 15 Temmuz'dan sonra yanıldığını kabul ettiyse de, genel başkanlarının bu sözlerine zamanında tepki ver(e)meyen her Saadet Partili de ne yazık ki bu günahtan payını aldı.
Tıpkı "Milli Görüş'çüyüz, 1 Kasım seçimlerinde oylarımızı AK Parti'ye vereceğiz. Bu karara istişare sonucunda vardık. Hayırlara vesile olur inşallah" diyen İsmailağa Cemaati'nin kararına Milli Gazete'den "İsmailağa İhvanı'nı AKP'nin günahlarına ortak etmenin mesuliyetini taşıyabilecek misiniz?" şeklinde tepki verenler gibi…
Özal ve Demirel'in Gülen'in yurt dışına açılması için gösterdikleri hassasiyet, Demirel'in birçok ülkeye mektup yazarak Gülen'e yardım talep etmesi, Mesut Yılmaz'ın 1998 yılında kendisinden cemaatçi kadrolaşmaya karşı bir çalışma için izin istenmesi üzerine "Sakın ha! Ecevit bu Cemaat'e meftûndur, böyle bir çalışma yaptığınızı duyarsa hükümeti yıkar" deyip engel olması, Ecevit'in Gülen'i ziyaretinin akabinde "Açıklamalarında laiklikle ters düşmemeye özen göstermişti, çağdışı bir akım temsil etmiş olabileceği izlenimi vermemişti.." şeklindeki ifadeleri bize gösteriyor ki, evet, kimimiz ne istedilerse verdik. Kimimizse sustuk, ses çıkarmadık, ya da destekledik. Tüm bunlardan doğan sorumluluğumuzu inkar etmenin bizlere faydası olmayacak. Geldiğimiz noktada doğrudan/dolaylı olarak veya kasıt/ihmalle bu ülkeye vermiş olduğumuz zararın ve dökülen kanların tek telafisi var: FETÖ/PDY terör örgütü ile mücadelemizi şahsî anlaşmazlıklarımızdan bağımsızlaştırarak yürütmek. Zararın telafisi kadar, diğer yandan da pusuda bekleyen olası tehlikelerin önlenmesi açısından bu noktada hemfikir olmamız başat mücadele aracımız olacaktır.