Şeş cihetten ol münezzeh zü'l-Celâl
Bîkem ü keyf âna gösterdi Cemâl…
"Hüzün senesi!"
Önce, Peygamber efendimizin ilk eşi, mü'minlerin annesi, sahip olduğu her şeyi ile Rasûlüllâh'ın yanında yer alan, O'nun sevinciyle sevinen, tasasıyla üzülen, Peygamber efendimize nübüvvet verildiğini duyar duymaz, tereddüt etmeden, niçin ve nasılını sormadan, isbat ve burhan istemeden O'na iman eden ilk Müslüman Hz. Hatice validemiz vefât ediyor.
O'nun vefatının hemen arkasından da, yıllarca Peygamber efendimize kol kanat geren, O'nu, Mekke müşriklerinin tasallutundan, ezâ, cefâ etmelerinden korumaya çalışan, son nefesine kadar hep yeğeninin yanında ve arkasında olduğunu söyleyen amcası Ebû Tâlib ölüyor.
Onların ölümüyle Rasûlüllâh'ın âdeta kolu kanadı kırılıyor, yetim büyüyen âlemlerin efendisi bir daha öksüz kalıyor.
Onların Rasûlüllâh'ı bırakıp gitmesiyle, küfrün elebaşıları âdeta kuduruyor, O'nun sahipsiz ve kimsesiz kaldığını düşünerek zil takıp oynuyor, çıldırıyorlar.
Mekke sokaklarında, Peygamber efendimize düşmanlık, öfke ve kin kaynıyor.
Efendimiz, kendisine yapılan hakâretlerden, atılan taşlardan, yoluna döşenen dikenlerden zaman zaman şikâyet ediyor, en yakın sırdaşı, hicret yoldaşı, mağara arkadaşı Hz. Ebû Bekir'e r.a. dertleniyor:
"Ey Ebû Bekir! Yıllardan beri çalışıp çabalıyorum, Kureyşlilerin, Mekkelilerin Müslüman olması için uğraşıyorum, fakat bir türlü olmuyor, taşlar yerinden kıpırdamıyor!" diyordu.
İşte böyle bir zamanda Hz. Allah, sevgili Habîbini teselli etmek, yaralarını sarıp hüzün ve kederini dindirmek için, O'nu, dîdârına, huzuruna davet etmek, incitmeden alıp getirmek üzere Hz. Cebraîl'i vazifelendiriyor ve:
"Ey Cebraîl! Ben, zaman ve mekân mefhumunu ortadan kaldırıyorum, her türlü imkânı sana veriyorum! Yerleri ve gökleri seferber et, bütün kâinatı ayağa kaldır! Git, Habîbimi al, bana getir!" buyuruyor.
Hz. Cebraîl a.s. Receb ayının yirmi yedinci gecesinde, Pazar gününü Pazartesine bağlayan gece Cennet'e gidip, orada yaratıldığı günden beri Rasûlüllâh'ı üzerine bindireceği günü bekleyen (merkebden büyük, katırdan küçük, beyaz ve uzun bacaklı olan) Burak isminde bir bineği alarak, Peygamber efendimize geliyor.
Peygamber efendimiz, Mekke'den Kudüs'e, Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya kadar Cennet'ten getirilen bu burağın üzerinde yolculuk yapıyor.
Mescid-i Aksâ'dan, birinci kat semaya, Hz. Cibrîl'in delaletinde, sevk ve idaresinde, göklere doğru kurulan manevî bir merdiven veya asansör demek olan, Meleklerin inip çıktıkları, görenlerin, ondan başkasına bakmak istemedikleri Mi'râc ile ışık hızının kaç katı olduğu belli olmayan bir hızla çıkıyor.
Peygamber efendimiz birinci kat semâdan yedinci kat semâya kadar olan yolculuğunu Meleklerin kanatları ile, yedinci kat semâdan Sidre'tül- Müntehâ'ya Cebraîl'in kanatları üzerinde, Sidretülmüntehâ'dan Hz. Allah'ın dilediği yerlere kadar olan seyr-ü seferini de Refref denilen ve bütün ufku kaplayan Cennetten getirilen yemyeşil bir döşek, bir sergi ile tamamlıyor.
Bu nasıl oldu? Peygamber efendimiz yedi kat göklere ve Hz. Allah'ın huzuruna nasıl çıktı? Bu hadise Peygamber efendimizin rüyasında mı yoksa ayığında mı meydana geldi? Rasûlüllâh'ın Mi'râc'ı, ruhuyla mı oldu, yoksa bedeniyle mi oldu?!
Bu hususları, şüphe ve endişeleri olanlar araştırmaya devam etsin!
Bizim bu hususta şüphemiz ve tasamız yoktur. Biz, Peygamber efendimizin Hz. Allah'ın emri ve izniyle, O'nun davetiyle, Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya, oradan yedi kat göklere ve Rabbimizin dilediği yerlere "gecenin bir cüzünde" gittiğini, bu yolculuğu Ruh maalcesed (hem ruhu, hem de bedeniyle) yaptığını kabul ediyor, buna böylece iman ediyoruz.
Süleyman Çelebî Rasûlüllâh'ın Hz. Allah ile olan buluşmasını çok güzel ifade etmiştir:
Şeş cihetten ol münezzeh zü'l-Celâl,
Bîkem-ü keyf âna gösterdi Cemâl…
Âşikâre gördü Rabbül-izzeti,
Âhirette öyle görür ümmeti.
Ref olup ol Şah'a yetmişbin hicâb,
Nûr-i tevhid açtı vechinden nikàb.
Bir fezâ oldu o demde rû-nümâ,
Ne mekân var anda, ne arz-u semâ.
Bî-huruf-u lafz-u savt ol Pâdişâh,
Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh.
Biz, Mi'râc hadisesinin böyle tecelli ettiğine, Sevgili Peygamberimizin Rabbi ile kavuştuğuna şeksiz, şüphesiz inanıyoruz.
Mi'râc hadisesini, bu büyük mucizeyi inkar edenler, Peygamber efendimizin rüyasında veya bedenen değil de yalnız ruhuyla Mirâc'a çıktığını söyleyerek zımnen inkara yeltenenler, Peygamber efendimizin böyle mazhariyete lâyık olmadığını mı düşünüyor, yoksa akıllarından Hz. Allah'ın (hâşâ) böyle bir işe güç ve kudretinin olmadığını mı geçiriyorlar?
Neml Sûresinin 40ncı âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere, kendi yarattığı bir kuluna, Sebe' melikesi Belkîs'ın tahtını Yemen'in en uç noktasından, Şam'ın en uç noktasına göz açıp kapamadan getirebilecek bir güç ve kuvvet bahşeden ve Hz. Süleyman'ın a.s. gözünü açıp kapayıncaya kadar bu tahtı getirip, yerleştirecek imkânı lütfeden Hz. Allah'ın, sevgili Habîbini murad edip dilediği bir an içinde kâinatı gezdirip dolaştırmasını aklına onaylatıp tasdîk ettirmekte zorluk çeken bir kimse, Rabbimizin Kudreti hakkındaki kanaat ve imanını kontrol etmelidir.
Peygamber efendimizin bedenen ve rûhen (gecenin bir cüzünde) Mi'râc'ının aklen imkânsız olduğu söylenir ve iddia edilirse o zaman Hz. Cebraîl'in de bir anda Arş'tan yeryüzüne, Mekke' ye, Medine'ye indiğini, bütün Peygamberlere ve Peygamber efendimize Hz. Allah'ın emirlerini getirdiğini söylemek de imkânsız olur.
Eğer böyle bir şey söylemek imkânsız olursa, bu bütün Peygamberlerin nübüvvetine ta'n etmek, iftirada bulunmak demek olmaz mı?
O halde biz Hz. Cebraîil'in Hz. Allah'ın emri ile defalarca Arş'tan yere indiğini, Peygamber efendimize Hz. Allah'ın emirlerini getirdiğini nasıl kabul ediyor, buna nasıl inanıyorsak, her şeye kudreti yeten Rabbimizin arzu ve isteği ile Peygamber efendimizin yedi kat göklere, göklerin ötesine, Hz. Allah'ın dilediği yerlere çıktığını, kısaca O'nun Mi'râc'ını kabul ediyor ve buna inanıyoruz.